BATILILAŞMA DÖNEMİNDE MİMARİ ÜSLUPLAR – I

Bu çalışma gezilerimde kullanacağım terminolojiyi tanımlamak ve mimarlık tarihi konulu yazılarda ve kitaplarda yer alan mimari üslupla ilgili kavram ve terimleri netleştirmek amacıyla başladığım dizinin bir parçası.  Daha önce Batı Mimarisi Üzerine Notlar I ve II adında iki denememi paylaşmıştım.

Rehberlik kariyerim süresince, özellikle İstanbul’daki geç dönem Osmanlı binaları ile ilgili kaynakları okurken mimari akımlara ilgili terimlerin anlamları konusunda epey karışıklık olduğunu fark etmiştim: Barok, rokoko, ampir, neo-klasik, neo-rönesans, eklektik ve başkaları…   Bir yazarın barok dediğine öbürü rokoko, birinin ampir dediğine öbürü barok ya da eklektik diyebiliyor, bu durum geçiş dönemi binalarında özellikle akut bir hal alıyordu.  Bu mimari terimlerin anlamlarını İstanbul’daki mimari eserler bağlamında netleştirmeye çalıştım.  Her zaman olduğu gibi amacım önce kendi kafamdaki sorulara cevap vermekti.  Vardığım sonuçları burada sizlerle paylaşmak istiyorum.   (Damdan düşen adamın “bana doktor değil damdan düşen birini getirin” demesi durumu yani…)

Bu yazının konusu devlet eliyle yaptırılmış kamu yapıları ve saraylar.  Sivil mimari, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Beyoğlu’dan başlayarak çok daha büyük çeşitlilik gösteriyor.  Bu konuya bundan sonraki bir yazıda değinmek istiyorum. Burada önce Osmanlı Batılılaşmasıyla paralel olarak mimarinin değişiminden kısaca bahsetmek sonra da değişik dönemlerin mimari detayları konusunda birkaç ipucu vermek istiyorum. 

LALE DEVRİ’NDEN OSMANLI BAROK’UNA 

Mimarlık tarihçileri genel olarak Osmanlı mimarlığının Batıya açılmasının 1720’li yıllarda Lale Devri ile başladığını kabul ediyorlar.  1728 yılından sonra yapılan çeşme, sebil gibi küçük yapıların süslemesinde Lale devrinin kendine has bezeme üslubunun yanında Fransız rokoko stili motifler de görülmeye başlıyor. 1740 yılından sonra bu tür yapıların bezemesinde geleneksel motifler yerlerini tamamen ithal motiflere bırakıyor. .   Bu dönemde özellikle cami yapılarının mimari tasarımları ise barok mimarisinin prensipleri ile biçimleniyor.  Barok üslup deyince genellikle akla ilk abartılı ölçüleri olan, yoğun ve ağır biçimde süslenmiş yapılar gelir.  Aslında barok mimari üslubun en belirleyici yanı eğri, dalgalı ve yuvarlak hatlarıdır.   Bu dönemde Osmanlı klasik mimari üslubunun dikdörtgen formları, düz çizgileri ve sadeliği yerini yuvarlak hatlara, eğri çizgilere ve zengin bezemelere bırakmaya başlamıştır. Bu anlamda geleneksel yapı formlarının “baroklaşma”sı söz konusudur; bu binalar belli bir dönem ya da yerdeki örnekleri doğrudan referans almaz.

Osmanlı mimarisi bağlamında barok ve rokoko terimleri karışıklık yaratıyor.  Rokoko üslubu, İtalya’da doğmuş ve Avrupa’ya yayılmış olan barok üslubunun daha geç dönemde Fransa’ya uyarlanmış neşeli, hafif ve “sivil” versiyonudur.  Oradan da dünyanın başka yerlerine yayılmıştır.   Baroğun insanın üzerinde baskı kuran muhteşem havasına karşılık rokoko hafif ve neşeli bir üsluptur.  Beriki Katolik Hristiyanlığın, ikincisi kralların ve soyluların güç gösterisi araçlarıdır.  Barok bezemelerde ciddi renkler, üç boyutlu süsleme elemanları kullanılırken rokoko binalarda açık renkler ve daha çizgisel motifler göze çarpar.   Baroktan farklı olarak rokoko bezemede sık sık simetrik olmayan motifler kullanılmıştır.   Öte yandan her iki üslubun ortak olarak kullandığı büyük bir biçim dağarcığı vardır: “C” ve “S” profilli eğrilerin oluşturduğu kıvrımlı biçimler, yuvarlak ve oval formlar gibi.   Bu unsurların etkisi altında şekillenmiş Osmanlı mimarisi için genel bir terim olan “barok” sözcüğü kullanılıyor.  “Osmanlı Baroğu” sözü aslında bu üslubun orijinal karakterini belirtiyor.

Mimari bezemeye gelince durum farklılaşıyor.  Batı’dan gelen ilk bezeme motifleri olan rokoko desenler Fransa’dan getirilen bir dizi çizim arasından seçilmiş ve doğrudan doğruya uygulanmıştır. Batılı akımlar bize büyük ölçüde Fransa üzerinden gelmiştir.  Osmanlı Baroğu olarak bilinen yapıların süslemeleri bu yüzden çoğunlukla rokoko üslubunda olmuştur.   Mimarlık tarihi yazınında genel olarak bu dönemin yapılarının mimari üslubu için “barok”, bezemeleri için “barok-rokoko” terimleri kullanılıyor.    Bununla beraber bazı yazarların 18. yüzyılda yapılmış çeşme, türbe ve köşk gibi sivil yapıların mimarisi için Osmanlı Rokokosu terimini kullandığını belirtmeliyim.

Barok prensiplerin uygulandığı ilk büyük yapı, inşası 1755 yılında bitirilen  Nuruosmaniye Camiidir.  1828 yılında inşa edilen Nusretiye Camii ise Osmanlı Barok üslubunun son büyük binası sayılıyor.   (Daha sonraki bazı yapılarda rastlanılan barok unsurlar eklektik yaklaşımın bir parçası olarak, Kuban’ın deyimiyle barok dönemden kalan anılardır.)

AMPİR (İMPARATORLUK) ÜSLUBU

1800’lerin başında III. Selim döneminden başlayarak özellikle resmi binaların tasarımına yön veren ve II. Mahmut döneminde olgunlaşan ampir (empire) üslubu büyük ölçüde Fransa’dan ithal edilmiştir. Devlet otoritesini ve ciddiyetini yansıtan, klasik dönem üslubunu yeni zamanlara daha sade çizgilerle ve pratik çözümlerle taşıyan bir tarzdır.   En karakteristik özelliklerinden biri üzerinde yüksek ama oransal olarak dar pencerelerin sıralandığı cepheleridir. Pencerelerin üzerinde sıklıkla yarım daire biçimindeki klasik biçimli kemerler bulunur.   Barok’un kıvrımlı hatları, cepheyi hareketlendirmek için eklenmiş işlevsiz detayları, iç mekanlardaki dantelsi süslemeleri yerini büyük ölçüde klasik ve akılcı anlayışın geometrik, net, basitleştirilmiş çizgilerine bırakmıştır.     Bir anlamda Batı’da 1750’lerde başlayan neo-klasik üslubun daha modern zamanlara adapte edilmiş hali gibidir.   Bizde mimarinin baroklaşması batıdan daha geç başlamış, ampir de onu takip eden üslup olmuştur.  

SEÇMECİLİK (EKLEKTİSİZM)

Tanzimat Dönemi‘yle birlikte, yani kabaca 19. yüzyıl ortasından itibaren mimari üslup konusunda işler iyice karışıyor.  Hatta karmakarışık hale geliyor da denilebilir.   Bu durum sanat tarihçilerinin işlerini zorlaştırsa da dönemin mimarisine büyük canlılık ve keyif getirmiştir.  Seçmecilik (eklektizm) bu dönemle özdeşleşen bir terim.  İki anlamda kullanılabiliyor.  Birincisi aynı dönemde çok çeşitli üsluplardan binaların yapılabilmesi demek.  Bu yeni bir şey.  Eski çağlardan beri binalar dönemlerinde hakim olan üslup neyse o şekilde yapılmışlardır.   Dünyanın küçüldüğü bu çağda, kültürün kozmopolitleştiği başkentlerde tek bir üsluba bağlanmak yerine değişik üsluplardan binalar yapabilmek mümkün olmuş, hatta moda haline gelmiştir.  Başta neo-klasik olmak üzere “tarihselci” ya da “canlandırmacı” olarak bilinen üsluplardaki binalar bütün dünyada popüler olmuştur.   Seçmecilik teriminin daha genel anlamı ise tek bir binada değişik üslup özelliklerini bir arada kullanmak demektir.  Özellikle 19. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı başkentinde bu eğilimin gittikçe arttığı görülüyor.

MODERN MİMARİYE DOĞRU

Yüzyıl dönümünde endüstrileşmeye romantik bir tepki olarak gelişen Art Nouveau mimari üslubu sadece bu stili ülkeye getiren Raimondo d’Aronco’nun yapılarında değil, bütün İstanbul’daki anonim işlerde iyi biçimde temsil ediliyor.  II. Meşrutiyet’le birlikte yükselen Türk milliyetçiliğinin paralelinde gelişen 1. Ulusal Mimarlık Ekolü ise Osmanlı döneminin sonunda İstanbul’a damgasını vuruyor. Bu son dönemi, erken Cumhuriyet döneminin II. Ulusal Mimarlık Ekolü ve modernist üsluplarıyla birlikte gelecek yazımda ele almak istiyorum.

Sözü edilen bu mimari üslupların hakim olduğu dönemlerin sınırları çok kesin değil.   Zaten üslupların ne olduğu da tam olarak belli değil.  Söz konusu olan Batı’nın mimari formlarının olduğu gibi kopya edilmesinden çok bu formların geleneksel mimariye uyarlanmasıdır.   Üstelik değişik mimari ekollerin unsurları rahatlıkla bir arada kullanılabilmiştir.  O yüzden üslupların genel özelliklerini belirledikten sonra en iyisi bir yapıda kullanılan mimarlık ve bezeme unsurların tek tek hangi ekollerden etkilenmiş olduğuna bakmak.

Aslında “her şeyi kategorileştirmeye ne gerek var, her binayı kendi olarak inceleyip estetiğinin keyfine varmak yetmiyor mu” diye sorulabilir. (Ben bu yazıyı bitirmeye uğraşırken sık sık kendime sordum bunu!)  Bu pekala yapılabilir.  Ama şu var ki bir mimari yapı ile duyguların arasına aklı koymak onunla etkileşimi arttıran, detaylara dikkat edilmesini sağlayan bir unsur.   Kategoriler, kavramlar ve onlara karşı gelen terimler düşünme sürecinin bir parçası.  Özellikle bu düşünceler başkalarına aktarılacaksa kullanılan terimlerin anlamı üzerinde iyi kötü bir anlaşma sağlanması gerekiyor.  Ayrıca üsluplar bir ölçüde yapıldıkları çağı yansıtan aynalar gibi işlev görüyor, toplumlar, kültürler ve etkileşimler hakkında önemli veriler sağlıyorlar.   Üslupsuzluk bile dönemi hakkında önemli bilgi kaynağı olabiliyor!

BİR KAÇ ÖRNEK

1720 yılında Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Sultan III. Ahmet’in elçisi olarak Fransa’ya gönderilir ve dönüşünde verdiği “sefaretname”de Fransa’da kralın çevresinde gördüğü yaşam biçimini ve mimari uygulamaları ayrıntılı olarak ve abartılı bir övgüyle anlatır.   Beraberinde de çok sayıda plan ve resim de getirmiştir.   Fransız bahçelerine sistematik olarak verilen biçimler, su ögesinin ağırlıklı olarak kullanımı gibi unsurlar İstanbul’da Haliç’in sonunda yer alan Kağıthane mesiresine uyarlanarak Sadabad bahçesi ve köşkleri inşa edilir.   Binalar ve çeşmeler Fransa’da o dönemde popüler olan rokoko tarzdan etkilenerek dekore edilmiştir. 1730’da patlak veren Patrona Halil isyanı birkaç saatte Sadabad düzenlemesinin sonunu getirir ama şehrin başka yerlerinde bu dönemi hatırlatan meydan çeşmeleri hala görülebilmektedir.

Lale Devri’nin hem sonunu hem de dönemin sanatının zirvesini temsil eden meydan çeşmeleri Osmanlı’da Barok mimariye doğru atılan ilk adımlardır.  Bu çeşmeler aynı zamanda İstanbul’da meydan oluşturma çabalarının da başlangıcını temsil eder.

İstanbul meydan çeşmelerinin en eski örneği olan III. Ahmet Çeşmesi barok dönemin habercisi olan bir geçiş dönemi yapısıdır.  Geleneksel Osmanlı mimarisinin düz çizgileri ve sivri kemerlerini geniş ve köşesi yuvarlatılmış bir saçak, kübik ana gövdeyi çevreleyen silindirik sebiller ve karmaşık şebeke tasarımı gibi barok özellikler ile bir arada barındırır.  1728 -1732 yılları arasında yapılan diğer çeşmelerde de farklı düzende olmakla birlikte benzer özellikler görülür.

Bu çeşmeleri süsleyen ve Osmanlı bezemesinin stilize çiçek tasvirlerinin yerini almış olan natürel çiçek ve meyve desenleri Lale devrinin karakteristik figürleridir, onların barok ve rokoko üslubu ile doğrudan ilgisi yoktur.  (İran etkisi olabileceği söyleniyor.) Diğer süsleme elemanları Osmanlı Mimarisi için yeni değildir.  Yeni olan bezemelerin yoğunluğudur.  Ortaya çıkan sonuç 16. yüzyıl yapılarının sadeliğinden çok farklıdır.   Sebilin üç parçadan oluşan şebekesinin (parmaklık) karmaşık tasarımı, geniş saçağın süslemeleri ve hareketli kenarları da yeni unsurlardır.

Aşağıda 1732 yılında I. Mahmut tarafından yaptırılmış olan Tophane çeşmesinden bir detay görülüyor.  Saksıdaki meyve motiflerinin kısa bir süre önce, III. Ahmet (1703 – 1730) döneminde yapılmış olan Topkapı Sarayı Yemiş Odası bezemeleri ile benzerliğine dikkat edin.

Solda Tophane Çeşmesi’nden detay (1732), sağda Topkapı Harem’indeki yemiş odası bezemelerinden bir örnek

BAROK VE ROKOKO

Kabataş’taki Mehmet Emin Efendi Sebili bütün unsurlarıyla Barok/Rokoko üslupta olan ilk Osmanlı yapısı olarak tanımlanıyor.  Tasarımı büyük ölçüde yuvarlak ve dalgalı hatlarla oluşturulmuş, düz yüzeyler bezeme ve sütunlarla hareketlendirilmiştir. Taşıyıcı olmayan süs kemerleri dalgalı biçimde üç parçalı yapılmıştır.  Bezeme elemanları rokoko üslubunun motifleridir.  Bu tarihten sonra Lale Devri’nin tabaktaki meyveleri ya da vazodaki çiçekleri mimari bezemelerde yer almaz.  Rokoko üslubun karakteristiklerinden biri olan simetri bozulması burada yapının cephesine yansımıştır.

Rokoko üslubu bezeme motif çizimlerinin doğrudan Fransa’dan getirildiğini belirtmiştik. Deniz kabukları, çerçevelerin tepelerine yerleştirilen geniş yaprak figürleri, büklümlü çizgilerle yapılan hafif ve zarif çerçeveler bu tarzın iyi bilinen unsurları. 1730’ları takip eden yüz yıl boyunca Osmanlı mimarisinde yoğun biçimde kullanılan süsleme elemanları olmuşlar.  19. yüzyılda ampir üslubunun yaygınlaştığı dönemlerde bile kullanılmaya devam edilmişler.  Aşağıda iki çeşmede kullanılmış olan rokoko motifleri görüyorsunuz. 

Karşılaştırma yapmak açısından aşağıda Fransa’da kullanılan orijinal rokoko motiflerinden birkaç örnek verdim.

Fransız üslubunda Rokoko süsleme desenleri

Çeşme, sebil ve türbe binaları küçük yapılar olduğu ve işlevlerinden gelen büyük kısıtlamalar bulunmadığı ve için bu yeni üslubun uyarlanması için elverişli yapılar olmuşlar.   Aynı şey köşkler için de geçerli ama dönemden kalan çok az sayıda mekan bulunuyor.  Bunların hemen hepsi Topkapı Sarayı’nda.  4. Avludaki Sofa Köşkü bu bakımdan özellikle önemli.  Yapı 17. yüzyıldan ama bezemesi I. Mahmut zamanında (1730-1754) yapılmış.  İçinde bir de XV. Louis’in hediyesi olan rokoko üslubunda bir mangal var. Tavanı çevreleyen kuşaktaki rokoko motifin simetrik olmayan biçimi dikkat çekici.

Topkapı Sarayı Sofa Köşkü’nün Rokoko tarzındaki iç süslemeleri ve XV. Louis hediyesi mangal (1741)

Barok üslubunun konutlardaki uygulamasının önemli örneklerinden biri Topkapı Sarayı Harem bölümündeki III. Osman Köşkü’dür. Resmi aşağıda. Köşkün iç bölümündeki rokoko süslemeler daha sonra, II. Mahmut döneminde yapılmıştır. Valide Sofası’nın Haliç’e bakan yönündeki terasta, yani III. Osman Taşlığı’nda bulunan bu ilginç bina hiç bir zaman ziyaretçilere açılmamıştır.

Ziyarete hiç açılmamış başka bir mekan da, Valide Sultan sofasının üst katında, III. Osman taşlığına bakan Mihrişah Valide Sultan dairesidir. Sultan III. Selim tarafından yaptırılmıştır. Zengin bezemeleriyle ve duvarlara çizilmiş manzara resimleriyle dikkat çeker.    İlk örneği I. Abdülhamid (1774-1789) döneminde görülen dekorasyon amaçlı duvar resimleri esasen rokoko üslubunun bir özelliği değildir.    Sanatta batıya açılışın bir parçası olarak resim sanatının ülkemizdeki bir aşamasını temsil eder. Perspektifin ilk kez kullanıldığı bu hayali doğa resimlerinde hiç insan figürüne rastlanmaz.

Osmanlı Baroğu deyince akla gelen mimari unsurlardan biri meydan çeşmelerinden tanıdığımız dalgalı biçimli, yuvarlak köşeli geniş saçaklardır.  Eski binaların tamirleri ve yenilenmeleri sırasında sıklıkla bu tür saçaklar yapılara eklenmiştir.  Örnek olarak akla hemen Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunu çevreleyen revaklar geliyor.

Barok üslupta inşa edilen ilk büyük bina, yapımı 1755 yılında biten Nuruosmaniye Camii’dir.  Barok üslup deyince akla ilk olarak üç boyutlu süsleme elemanlarıyla bezenmiş aşırı cafcaflı binalar gelir.  Nuruosmaniye Camiinin bıraktığı izlenim bu değildir ama bakar bakmaz da yapının bir klasik dönem Osmanlı binası olmadığı da fark edilir.  Bu farkı oluşturan unsurlar dengeli biçimde kullanılmış barok özelliklerdir:   Yuvarlatılmış, bükülmüş hatlar, mekanların yüksekliğinin vurgulanması, süsleme elemanlarının yoğun olarak kullanılması… Dış ve iç cepheler silmeler ve pilasterlerle hareketlendirilmiştir.  (Silme duvarda yatay olarak uzanan ve çıkıntı yapan bantlara deniliyor.  Pilaster ise duvara gömülmüş dikdörtgen kesitli sütun anlamına geliyor.)  Camide klasik Osmanlı mimarisinin sarkıtlı ya da baklava desenli sütun başlıkları yerine özel olarak şekillendirilmiş sütun başlıkları, mukarnaslı kapı ve mihrap üstlerindeki mukarnas yerine akantus yapraklarıyla yapılmış yuvarlak hatlı biçimler kullanılmıştır.   At nalı biçimindeki cami avlusu Osmanlı camilerindeki tek örnektir. Nuruosmaniye Camii Osmanlı barok camilerinin ilki, bir anlamda da “en baroku”dur.   Bu tek örnekten sonra barok mimari yaklaşımında biraz daha yavaş gidilmiş gibi görünüyor.

Yukarıdaki resimlerden soldakinde cami içinde üçlü büklümlerle yapılmış kemerleri, özel sütun başlıklarını, silme ve pilasterlerin kullanılışını görüyorsunuz.   Harimi çepeçevre dolanan üzeri yazıtlı iç bükey silme özellikle dikkat çekiyor.   Mihrabın yukarı kesiminde mukarnas tasarımının yerini alan akantus yapraklarıyla oluşturulmuş yuvarlak hatlı tasarım görülüyor.  Dış cephede de ana kemerlerin hatlarını vurgulayan silmeler,  eğri hatlardan oluşan kasnak payandaları, yan yana sıralanmış çok sayıda ince uzun pencere binanın barok etkisini güçlendiriyor.

Laleli Camii genel özellikleriyle Nuruosmaniye’yi çağrıştırır. Yaptırdığı üç büyük camiden hiçbirine ismini verememiş Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılmış. Mimar Tahir Mehmet Ağa’ya yaptırılmış. Bitiriliş tarihi 1763, resimdeki tarih yanlış.

II. Mahmut tarafından Tophane’de yaptırılmış olan Nusretiye Camii Osmanlı Baroku özellikleri gösteren son büyük bina olarak biliniyor. Hünkar mahfili ise ampir üslupta sayılabilir. O anlamda bir geçiş dönemi binası. Cami bölümündeki barok detaylara karşılık, ayrı bir bina olarak tasarlanmış hünkar mahfili, yuvarlak tek parça kemerleri, ince uzun sade pencereleriyle ampir dönemi özellikleri taşıyor.

OSMANLI AMPİR ÜSLUBU

Tanzimat döneminin üslubu denilebilir. Ampir Fransızca “empire” kelimesinden geliyor. İmparatorluk tarzı demek. Fransa’da olduğu gibi Osmanlı Ülkesi’nde de imparatorluğun gücünü hissettirecek biçimde resmi binalarda kullanılmıştır. Üslubun temeli klasik formlara dayanır. Neo-Klasik’de deniyor. Bize Batılı kavramlar Fransa üzerinden gelmeye başladığı için olacak bizim sanat tarihi geleneğinde Ampir terimi daha çok kullanılıyor. Ampir mimaride klasik formlar doğrudan değil de, basitleştirilmiş, sadeleştirilmiş, modern mimari tarzına adapte edilmiş biçimde kullanılır. Sütunlar yerini duvara yarı gömülmüş pilasterlere bırakmıştır mesela. yuvarlak kemerler, üçgen alınlıklar, hatta bazen kubbeler mimarinin içine entegre edilmişlerdir. Binaların genel görünümleri daha sakin ve akılcı görünüşlüdür. Abdülaziz döneminde yayılmaya başlayan eklektisizim anlayışıyla daha gösterişli örnekler de görülmeye başlarsa da özellikle kamu binaları büyük ölçüde sade biçimlerini korur. Sultan II. Mahmut’un Divanyolu’ndaki türbesi bu üslubun en iyi bilinen örneklerindendir

  

Divanyolu’nda II. Mahmut türbesi

Osmanlı Ampir tarzı deyince benim aklıma ilk olarak devlet daireleri, askeri binalar, okullar, istasyonlar gibi binaların tanıdık çizgileri gelir. Bu nispeten sade kamu binaları üslubu Osmanlı döneminin sonuna kadar, moda olan diğer mimari ekollerle beraber kullanılmaya devam edilmiştir. Fazla hareketli olmayan cepheler, ince uzun bazen üzeri yuvarlak kemerli pencereler, üçgen alınlıklar, duvara gömülü düz sütunlar… Arnavutköy’deki cami ve karakol tipik örnekler.

I. Abdülmecid döneminin sonuna doğru Ampir/Neo-Klasik binalarda süsleme unsurları görülmeye başlar. Özellikle imparatorlukla ilgili semboller, amblemler bu konuda başı çeker. Bu dönemde İstanbul’de yapılan karakollarda bu süreç çok güzel takip edilebiliyor.

Sol tarafta Karaköy’de Voyvoda Karakolu (1855, II. Abdülmecid dönemi), sağda Teşvikiye’deki Harbiye Karakolu (1823, II. Mahmut dönemi)

Abdülaziz döneminde yapılmış Maçka Silahanesi dönemin gösterişli Ampir binalarından biridir.

Şimdiye kadar gördüklerimize karşılaştırmalı olarak bir göz atalım. Örneğin anıtsal çeşme ve sebillerin bezemelerinin zaman içinde nasıl değiştiğine bakalım:

Aşağıda da pencere şebekelerini karşılaştırabilirsiniz…

EKLEKTİK (SEÇMECİ) ZAMANLAR

Yukarıda bahsettiğim farklı tarzları birbirine karıştırma işinin 19. yüzyılın ortalarından itibaren başladığını görüyoruz. I. Abdülmecit tarafından Ortaköy’de yaptırılan büyük Mecidiye Camii mesela… Dışarıdan ilk bakışta binanın tarzına insanın binanın Osmanlı Barok’u diyeceği geliyor ama detaylara bakacak olursanız esas çizgilerin büyük ölçüde klasikten etkilenmiş Ampir üslubunda olduğunu görüyorsunuz. Cami cephesindeki veya şerefelerindeki barok detaylar biraz nostaljik olarak eklenmiş gibi…

Balyanlar Ampir çizgileri barok üsluptaki süslemelerle geliştirmeyi hatta boğmayı seviyorlar. Aslında çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun güç gösterisi ihtiyacı için bu durum işverenleri tarafından özellikle isteniyordu her halde.   Bu durum özellikle Dolmabahçe Sarayı’nın (1856 – Garabet Balyan)  merasim kapısında çok belirgindir.   Bangır bangır Barok özellikleri olan bu kapıya bakarak Dolmabahçe sarayı için sanat tarihçilerinin ampir üslup nitelemesini kullanması kafa karıştırıcı olabiliyor.  Ama ana binanın cephesine bakılınca klasik özelliklerin öne çıktığı, barok bezeme elemanlarının o kadar da baskın olmadığı görülüyor.

Ayrıca binanın iç dekorasyonu Fransız Ampir stilinden büyük ölçüde etkilenmiş durumda.   Muayede salonunun tavanındaki Rokoko üsluptaki Sechan resimleri de göz önüne alınırsa Dolmabahçe Sarayı için Barok ve Rokoko bezemelerle geliştirilmiş Ampir üslubu denilebilir.  (Binanın planı başka bir konu, ona burada hiç girmiyorum doğal olarak.)

Yorum bırakın